Değerler Araştırmasına göre Türkiye’de gençlere güven çok düşük. Gerçi genel bir güvensizlikten bahsedebiliriz, insanlar birbirine güvenmiyor özellikle de bir önceki nesil, gençlerin değerleri “yoz”laştırdığına inanıyor.
Son zamanlarda gençlerin değerleri “yoz”laştırması tartışması, başörtüsü özgürlüğü için mücadele etmiş, daha kendi aramızdaki tanımıyla “çilesini çekmiş “ olanların şimdilerin Şallı ve şık başörtülü kızlarına kaşlarını çatmasıyla bir kez daha vuku buldu. Türkiye git gide dindarlaşıyor mu, sekülerleşiyor mu? Sorusunu her soranın ilk baktığı başörtülü hanımların sayısal çokluğu oluyor. Bunu “ dindar nesil” olarak okuma eğilimi yüksekti birkaç yıl öncesine kadar ancak olayın böyle olmadığını, ülkenin dindarlaşmak bir yana bodoslama bir sekülerleşme yaşadığını düşünmeye ve dillendirmeye başlayanlar oldu. Akademik çalışmalar elbette hatrı sayılır derecede mevcut ancak ben işin “mahalle” kısmını daha çok seviyorum. Mahallenin teyzeleri, hanım ablaları “dandik başörtülüler” ,” başörtüsünün içi boşaltılıyor”lu açıklamalar yapınca yada mıntıkanın ağır abileri “şallı kızlar”ı köşelerine taşıyınca iş biraz daha bol ünlemli ve soru işaretli bir hal aldı. Başörtüsü-başörtülü münasebeti anlam yoğunluğu sebebiyle eskiden beri kuşaklar arasında bir çekişme konusuydu ancak “gördün mü Fatıma’nın kızını” düzeyindeydi ayar verme tonu ama henüz “boynun görünüyor, bu ne biçim örtünme!” şeklini almamıştı. Sanıyorum ulu orta eleştirme tam da örtünün siyasal değerini kaybetmeye başlamasına denk geldi . Hatta öyle ki “ ne oluyor bu başörtülü kadınlara?” diye kenar köşelerde fısır fısır konuşmalar yapıldı. Ne oluyor da bu kadınlar varoluşsal anlamlar yükledikleri, uğruna gözyaşları döktükleri, kariyer planlarını erteledikleri veya psikolojik sorunlar yaşadıkları “başörtüsü”nü artık kullanışlı bulmuyorlar, aksesuarlaştırıyor ya da çıkarıyorlar? Soruları sorulur oldu. Hay Allah, konu gençlerin değerleri yozlaştırmasıyken kendi kendine “başını açmış, yoldan çıkmış fasıklar(!)”a geldi…. İran’da zorla başını örtmeyi temsil eden saçın yarısının örtünmesi, Türkiye’de başörtüsüne kamusal hayatta yer verilmesiyle birlikte “başörtülü özgür kız” imajının bir göstergesi olmak üzere. Genelde üniversite öğrencileri tarafından kullanılan “iran tarzı örtünme” sinemadan, müzikten anlayan, operaya da aşina, İran kültürüne yakın olmanın görsel göstergesi oldu. İşin ironik kısmı sanırım İran’da “baskı”nın simgesi olan saçın yarım örtünmesi, Türkiye’de tam aksi bir anlam bulması olsa gerek. Konuyla ilgili en çok merak edilen sorulardan biri : “Kim istemez saçını rüzgarla buluşturmayı…” diyerek iç geçiren başörtülü birini bu hevesinden alıkoyan sebepler ne olaki. Elbette tek bir sebebe bağlamak mümkün değil bu tür geniş bir kitleyi bağlayan meseleleri ancak bir olay birden fazla vuku bulmaya başladığında “ortak neden” arayışı da beraberinde geliyor, örtünmenin anatomisi tekrardan çizilecek gibi görünüyor. Okkalı bir soru duruyor önümüzde ; yıllar önce Yaşar Nuri gibi hocaların biraz da “devletin adamı” olarak görülüp başörtüsünün dini bir vecibe olmayıp geleneğe ait bir değer olduğunu söylemesini hınçla, öfkeyle karşılayan başörtülü kadınların bazıları ne oldu da bu gün “ aslında başörtüsüne dair Kuran’daki ifadeler yeterince net değil….” Minvalinde bir kapı aralama düzeyine ulaştılar? Bu sorular için çok daha ayrıntılı bir çalışma yapmak gerek, çünkü hiçbirine ben cevap veremem. Gülay Atasoy’un vakti zamanında “Niçin Örtündüler ?” adlı kitabında ünlü kadınların tırnak içinde hidayete erme “neden”lerini yazmıştı , belki şimdi de “Niçin başörtüsünü çıkardılar?” adlı bir çalışma yapılabilir. Gerçi biz toplum olarak bu tarz hikayeleri hep Cumhuriyet Gazetesi ve türevlerinin kışkırtıcı haberleri kategorisinde okumuşuzdur. Biraz antipatik yaklaşılacaktır böyle bir çalışmaya ancak kapı arkalarında konuşulanları birisi de işi sulandırmadan aşikar konuşabilse, konuşturabilse hiç de fena olmazdı. “Huzur Sokağı” adlı hidayet-aşk romanı yazarı Şule Yüksel Şenler Hanım – ki kendisi çokça tartışma yaratan ve islama uygunluğu yönüyle eleştirilen sıkma başın mucididir, yani vakti zamanında bu devrimci tavrı yüzünden eski köye yeni adet getirmiş biri – bir açıklamasında : “Başörtüsünün içi boşaltıldı” demiş. Elbette cımbızlayıp sadece manşetten girmek istemiyorum ancak detaylarda da tesettürün şekilden şekle girmesini eleştirmiş. Çok haklısınız Validem başörtüsünün içi boşaltıldı.Ama kırılmayın bana buna üzülecek değilim. Bir kafa örtüsünün içine doldurulan o kadar çok şey vardı ki, çok ağır geliyordu haliyle. Devlet tarafından İslamcıların emniyet sibobu olarak görülen başörtüsü aynı zamanda tarladaki ayrık otlarını tanımlamak için kullandığı bir gösterge olmuştu, bu kadar doluluk fazla değil miydi , diye sormak isterdim. Siyasal İslamcılar çok feminendi bu ülkede. Camianın karakteristik özelliği erkeksi olsa da , simgeleri kadınsıydı. Bir erkeğin İslamcılığı karısı üzerinden tanımlanırdı mesela. Karısının pardesü boyu, eşarp ebatı üzerinden, karısı yüzünden mimlenirdi erkekler, irticai olmanın, Atatürk ilke ve inkılaplarına muhalif olmanın yegane simgesiydi kırmızı yanaklı, mahcup ama kararlı başörtülü eş… Bir saç örtüsü üzerinden ya rab!… Bir ülke krizlere girdi, darbeler atlattı. Sihirbazın şapkası gibiydi adeta, tavşan mı çıkacak içinden kuş mu çıkacak bilemediğimiz. Elbette bir başörtüsü uğruna değildi olan biten ancak siyasal kulvarda başörtülü kadınların devletle horoz dövüşüne tutuşması nostaljikleşince görece “ kim karışır örtüme, ojeme” liberalliği yaşanınca başörtüsü sıradanlaştı. Fatma K. Barbarasoğlu’nun “ Şov ve Mahrem” inde tesettür ve moda mevzu bahis edilmişti. Geçmişle bugünün mukayesesi de vardı yer yer. Belki olayı başörtüsü üzerinden değil de “mahremiyet” ile ilişkili ele almak daha sıhhatlidir. O zaman en özel anların, en yabancılara kapalı tutulması gereken mekanların “ulu ortalaşaması” ve haz ilişkisi ekseninde modanın tatminsizliği açısından konuşmak gerek mevzuyu. Ancak ; Olayı salt başörtüsü üzerinden, kadınlar üzerinden okuma yanlışını devam ettiriyor İslami kimlikleri ile bilinen ağabeyler ve hanımefendiler.. Oysa bu değişimin zihinlerdeki izdüşümü kadın ve erkekler açısından çok da farklı değil. Geçmişe özlemi barındıran “bizim zamanımızda” ile başlayan cümleleri tekrarlamanın kimseye bir katkısı yok esasında. Olayları olduğu zamandan,bağlamından tamamen koparan insanların başörtüsü ve mücadele kelimesini yan yana getirirken şunu unutuyormuş gibi davranıyorlar ; yasak olana karşı duruş edinmek, daha radikal bir tavır takınmak aynı zamanda psikolojik bir meseledir, hatta insanlığın bir “yasak meyve” kıssasıyla yeryüzüne giriş yaptığına inanıyoruz nihayetinde. dünyevileşme olarak bakılırsa konuyu “içi boşaltılmış” olanın başörtüsü değil hemen hemen tüm “kutsal pratik”ler olduğunu görülür. Belki de görüyordur ama Kemalist bir refleks göstermek tercih ediliyordur, hani çağdaşlaşmanın, ilerlemenin, uzay çağına girişin önündeki engeldi ya başörtülüler… Şimdi de ne yazık ki aynı şaşı okuma İslamcılara da geçmiş görünüyor ve adeta deniyor ki : Dindarlaşacağız ancak şu başörtülüler “iç”ini boşaltmasa , başörtülerinin…. Ne kadar tuhaf, sanki başörtüsü bir örtü değil de aramızda gezen, kanlı ,canlı bir insan. O yüzden olsa gerek “başörtüsüne özgürlük” onu takanı aşan bir anlam ihtiva etti. Oysa mesele başörtüsü takana özgürlük değil miydi? Karar verelim artık, özgürlüğü örtüye mi istedik, bir giyinme biçimini rızasıyla tercih eden “insan”a mı…
Editör: İsmail KAYA