Uzun bir gurbet hayatından sonra memlekete dönüşümün birinci sene-i devriyesini tamamlamış bulunmaktayım. Şirin memleketimle yeniden buluşmanın üzerinden bir yıl geçti.
Uzun bir gurbet hayatından sonra memlekete dönüşümün birinci sene-i devriyesini tamamlamış bulunmaktayım. Şirin memleketimle yeniden buluşmanın üzerinden bir yıl geçti. Ama sanki daha dün gelmiş gibiyim. Sevdiklerle buluşmanın senesi saat gibi geçiyor sanki.İnsanın kendi memleketine karşı duyduğusevgifıtridir,bu duygu hemen herkeste az veya çok vardır.Medine’ye hicret eden Peygamber aleyhisselamve ashabı dahi memleketleri Mekke’yi özlemiş, bu özlemlerinizaman zaman dile getirmişlerdir. Uzak diyarlarda yaşayan her Kahtalının da memleket özlemi çektiğine,bir gün memleketine dönme umutları taşıdığına inanıyorum. Böylesine güzel bir memleket sevilmez, özlemi çekilmez mi? Çiçekleri, böcekleri, kırları, dereleri, pınarları, kuşları, ağaçları, ve dünyanın dört bir yanından insanların görmeye geldiği muhteşem tarihi eserlerin yanında gönlü zengin kadirşinas insanlara sahip bu memleket nasıl sevilmez? Dört mevsimin bir arada yaşandığı, suların şarkı söyler gibi aktığı, karların beyaz gelinlik gibi dağları süslediği memleketim. Nice uygarlıklar, krallıklar, hükümdarlıklar, nice şahlar, sultanlar konuk eden güzel vatanım. Seni ana gibi, seni kardeş gibi, seni baba gibi, seni bedende can gibi sevmek bile az gelir ey şirin diyarım.
Şimdi hasret giderdiğim şu bir yıllık süre içerisinde kendi açımdan bir değerlendirme yapmalıyım diye düşündüm.Gelirken nelerle karşılaşacağımı umuyordum, şimdi nelerbuldum. Eski memleket ahvali ile yenisini karşılaştırınca durum nasıl görünüyor, sonuç ne çıkıyor? Bu konuda bir kaç şeyi sizlerle paylaşmak ve sizlerin de konu etrafındaki düşüncelerinizi almak elbette yararlı olacaktır.
Çocukluk ve gençliğimizin geçtiği yıllardan bugüne kadar elbette çok şeyler değişti.Hızla geçen zamanın getirdiği değişimler ve etkilerini görmek, insan iradesine temas eden noktalardaki değişimlerin sebepleri ile bunların ortaya koyduğu artı ve eksileri yazmak çok uzun süren bir iştir ve bu iş benim alanım da değildir. Ben bu yazımda gördüğüm bazı olumsuz şeylerin memleketimize ve bize hiç yakışmadığına temas etmekle yetineceğim.
Memlekete dönmeye karar verme sürecinde arada bir kendi kendime hayalimdeki oeski memleket imajını bulup bulamayacağımın muhasebesini yapardım. Konu üzerinde uzunca düşünür ve nihayette “ Olsun memleketim biraz değişmiş olsa da en azından o eskinin kokusu hâlâ vardır” deyip kendimi ikna ederdim. Doğru söylemem gerekirse geldim ve memleketimde bazı güzel şeyler yanında, insanı üzen diğer bazı şeylerin varlığına da şahit oldum ki, memleketini seven her Kahtalının da bu konulardan muzdarip olduğuna inanıyorum.
“Değişim bu hocam hiçbir şey eskisi gibi yerinde durmaz ki” dediğinizi duyar gibiyim. Evet değişim önüne geçilemez, durdurulamaz bir yasa elbette. Ancak değişim bir toplumu toplum yapan, kimliğinioluşturan veonu ayakta tutan değerler alanında olursa iş farklıdır. Tarlayı süren traktör yerine çift öküzü görmek istersek muhal olanı talep etmiş oluruz. Ancak insani ilişkilerde o eski samimiyeti,akrabalar,komşular ve köylüler arasındaki o eski muhabbeti,yardımlaşmayı canlılığı arayıp da bulamıyorsak kendimizi sorgulamak, nerede hata yaptığımızı araştırıp ortaya koymak gerekir diye düşünüyorum. Sabah erkenden pişirilen sıcak sac ekmeği yerine insanların şehirden gelen somun ekmeklerini alıp tükettiğini görmek bana hiç anlamlı görünmüyor. AVM’den hazır tavuk eti ve yumurta alan köylüyü görünce ne diyeceğimi şaşırıyorum.
İstanbul’dan gelen torunuyla (Yeni neslin Kürtçe’yi unutması nedeniyle) anlaşamayan nineyi görünce bu işte bir sakatlık var, ne oldu bize böyle diyorum. Yol kenarlarına dökülmüş molozları ve tıbbi artıkları görünce fena oluyorum.
Köyünde cenaze varken tarladaki işine devam eden, ölünün teçhiz,tekfin ve defniyle ilgilenmeyen insanların olduğunu görünce “olamaz” diyorum. Hemen her ay sudan sebeplerle cinayetlerin işlendiğini duymak ise insanı gerçekten düşündürüyor.Şu 30-40 yıl zarfındabizi biz yapan o güzel değerlerimizi neden hemencecik unuttuk, kaybettik. Unuttuğumuz, kaybettiğimiz o insani değerlerimizin yerine neyi koyduk? E
vet her eskiyi eskidir deyip atmak da, heryeniyi iyidir deyip almak da doğru değildir.
Zayıflamış akrabalık ve insani ilişkilerimiz yanında memleketimizin sahip olduğu tabiatı ve tarihi eserleri korumak ve tanıtmak konusunda da çok yetersiz kalmışız. Bu tarihi eserler hangi memlekette olsaydı durum muhakkak ki çok çok farklı olurdu. Biz daha çocukken yabancılar bu topraklarda (Samsat, Eski Kahta kalesi ve Nemrut dağı) kazılar yapıyordu. Kazı yapan alman ve Amerikalıların masum olduklarına, bu işi tarih ve kültür aşkıyla yaptıklarına hiç inanmadım. O dönem bu ekiplerle çalışan insanlarımızdan da çok değerli tarihi eserlerin yurt dışına kaçırıldığına dair çok şeyler duyduk. Buradan kaçırılan tarihi eserler şimdi hangi ülkelerin müzelerinde sergileniyor, kimlere satıldı bilenimiz,soranımız yok maalesef.
Diğer yandan altmışlı yetmişli yıllarda yapılan bu kazılardan sonra -bildiğim kadarıyla- başka yeni bir kazı yapılmadı. Nemrut ve Arsemia’daki düzenlemeler de o günden kalma şekliyle duruyor.Yani yapılmış olanın üzerine konulmuş yeni bir çalışma yok. Eski Kahta kalesinin restorasyonu mu dediniz? Keşke yapılmasaydı. Şahsen bu restorasyon işinin o tarihi kaleye karşı yapılmış en büyük kötülük olduğu inancındayım.
Bütün bunlardan vazgeçtik bu tarihi yerlerin etrafı piknikçilerin istilası altında. Romalılar döneminden kalma Cendere köprüsünün etrafı tam bir fecaat.Karakuş tepesi de aynı şekilde.Geçenlerde gittiğimde gözlerimle gördüm.Karakuş tepesinin giriş ve araba park yeri harabe halindeydi. Çoban, sütunlardan birinin gölgesinde uzanmış, sürüsü de tümülüsün üstünde yayılıyordu. Haydi diyelim bu vatandaş yaptığının farkında değil, ya ilgili ve yetkililerin umursamazlığına ne diyeceğiz? Yıllar önce bu tarihi alanı yabancıların yağmalamasına terk eden ilgili devlet kurumları şimdi de buralarıpiknikçilerin insafına terk etmiş. Yazık değil mi?
Altmışlı yıllarda yaşadığım bir hatıramı anlatarak size çevreyi temiz tutma bilincimizin ne kadar zayıf olduğunu, bu konuda ne kadar geri kaldığımızı anlatmaya çalışayım. Nemrut dağına o yıllarda otomobil ile ulaşımimkanı yoktu. Dolayısıyla tümülüsü görmeye gelen yabancı turistleri, binek hayvanlarına bindirerek dağa çıkarıyorduk. Güneşin doğuşunu seyretsinler diye geceden yola çıkar ve aşırı rampalı keçi yolunu ancak dört saatte kat edip dağın zirvesine ulaşabilirdik.
Yaz aylarında hemen her gün dağın başında olurduk. Gelen yabancı turistlerin hal ve hareketlerine, davranış biçimlerine de aşina olmuştuk artık. Hangi turistin hangi memleketten olduğunu anlardık. Kimilerimiz dillerini bile konuşur olmuştu. Katırlarla dağa çıkardığımız bu turistlerden aldığımız ücret o günün şartlarına göre fena sayılmazdı. Köyümüz(Eski Kahta) ekonomisi için de önemli bir kaynak durumundaydı.
Şimdi sizlere asıl anlatmak istediğim konuya geleyim. Bir gün yine bir gurup turisti katırlara bindirip yola çıktık. Gurup altı kişiydiler. Normalde her turist bir katır kiralar ve ona binerdi. Bu gurup açıkgözlülük yapmış altı katır yerine dört katır kiralayıp yolda sıra ile binmeye çalışınca biz tepki göstermiştik. Bu şekil davranmaları hoşumuza gitmemiş ve buna engel olmaya çalışınca gurupla aramızda bir tartışma olmuştu. O tartışmanın verdiği gerginlikle zirveye vardık. Turistler gezilerini tamamladıktan sonra sıra kahvaltı yapmaya gelmişti. O dönem dağın zirvesinde hiçbir tesis filan da yoktu. Biz, evden yanımıza aldığımız yiyeceklerimizi çıkarıp yedik. Turistler ise beraberlerindeki küçük konserve kutucuklarındaki yiyeceklerini açıp yemeye başladılar. Onlar yemek yerken, bizim gözlerimiz de boşalacak konserve kutularına kilitlenmişti. Çünkü boşalacak oboş kutucukları alacaktık. O dönemde böylesi kutular evde bir iş için kullanılabilirdi. Boşalacak konserve kutucuklarını almak için hazırlanmışken hiç beklenmedik bir olayla karşılaştık. Bu hepimizi şaşırtmış ve gavur avrupalının biz Müslümanları ne kadar çekemez, sevmez olduğu yorumunu yapmıştık.
Peki ne oldu?
Yemekten sonra gurubun içinden biri, ayağıyla bizim almak için hazırlandığımız kutucukları ayaklarıyla tepeleyerek ezdi. Onun kutucuklara indirdiği her tekme sanki başımıza iniyordu. Hepimiz ‘gavura bak sen… biz onları almayalım, kullanıp yararlanmayalım diye böyle yapıyor’ yorumunu yaptık.
Kutucukları ezen adam bu defa onları toplayıp aldı ve oturduğumuz yerden uzaklaştı. Tabi ki gözlerimiz onu takip ediyordu. Adam biraz ilerleyip gözden kaybolunca, acaba ne yapacak diye peşinden gittik. Bir de ne görelim, almak için can attığımız o kutucukları elleriyle eştiği bir çukura bırakıp üstünü kapattı. Bunu görünce herifin ne hınzır bir gavur olduğuna dair kanaatimiz iyiden iyiye pekişti. ‘Ya, gördünüz mü gavuru! Belki o ezilmiş haliyle bile o kutucukları alabileceğimiz ihtimaline binaen onları gömüp sakladı’ yorumunu yaptık. Epey kötü laflar da edip rahatlamaya çalıştık.
Bu olayı 2018’ de görevli olarak gittiğim Hac’da , Arafat ve Cemarat’dakiçevre kirliliğini görünce hatırlamış ve yazmıştım. Şimdi memleketimdeki mesire alanları ve tarihi mekanlarında gördüğüm korkunç manzara bana bu olayı tekrar hatırlattı ve bu olayı yazmaya sevk etti.
Elli yıl önce o gün bir yabancının dağın başında yaptığını anlayamayışımız cehaletimizdendi belki. Zira o dönem mektep medrese, iletişim, medya bu kadar yaygın değildi. Peki ya şimdi? İnsanlarımızın hiç umursamadan çevrelerini kirletmelerini nasıl izah edeceğiz?
Bir memleketin çevreye verdiği değer, o memleketin insanlık, hak-hukuk ve medeniyet açısından da ne durumda olduğunu gösterir. Bizim insanlar neden evlerini kirletmezler de sokaklarını kirletirler? Neden evlerinin balkonlarına çiçek ekerler de dağlarındaki ormanı yakarlar? Neden mutfaklarındaki çöpleri misafir odalarına bırakmazlar da, parkta otururken yediklerinden arta kalanı ve çöplerini üç metre yakınlarındaki çöp bidonuna değil de olduğu yerde bırakırlar?
Memleketin güzel yollarında pahalı arabalarla seyreden vatandaşların seyir halinde yola çöplerini attıklarını görünce ne diyeceğimi bilemiyorum. Şimdi elimizi vicdanımıza koyup kendimize soralım: Yabancı bir memleketin dağının başında çevre kirliliği konusundaki hassasiyetini ortaya koyan bir avrupalıdan geri kalmışlığımız bize dokunmuyor mu? “Temizlik imandandır” diyen bir peygamberin ümmeti bizler neden ve nasıl bu hallere düştük ?